Eros; bir baba, bir kral gibi, sakındığı “insan” kızlarının, bu prenses görünümlü et ve kemik birleşimlerinin, gönülleri hoş olsun ve kendilerini tanrıça sansınlar diye; yavrusuna yarı canlı avları, talim etmesi ve sonra da yemesi için getiren bir vahşi hayvan gibi, önüne atar bizleri, bu en kolay avları: bir armağan, bir sürpriz olarak: biz çirkinleri, sinik, kompleksli, özgüvensiz, marazlıları.
Eros, bizi nasıl avlar? Okunu bazen, ucuna şeker taktığı çengelli iğne yapar; çocuk ruhlular buna kanar ve balık gibi bu yemi yutar ve çengele takılırlar. Bazen de okunu kaval edip kulağımıza tutarak çeker de çeker bizi; özgür çayırların rengi, ses olup fışkırır kavalın dudaklarından; aklımız, mantığımız, sağduyumuz, irademiz fareler gibi peşine takılır onun. Ve bazen de, kalemizde nöbetimizi tutarken kıpırtısını hiçbir zaman işitmeyeceğimiz kanatlarıyla mazgala konan Eros, okunu fırlatır; yere düşeriz bilincimizin taşlarına çarpa çarpa, ve sonra okunu bu sefer de kırbaç yapıp onunla sırtımıza vura vura, bizi esir alıp prenses kızlarına köle yapar. Bazen de Eros, okunu bir sivri bir diş ederek bir vampir gibi gönlümüzü ısırıp manevi kanımızı emer ve eksilen kanın yerine de şaraptan bir zehir akıtır damarlarımıza; Eros’un sarhoş eden bu zehrinden sonra bilinçaltımızın bendi yıkılır ve tümden bir rüya taşar bilincimize; çevremiz imgeler girdabındadır, başımız döner, madde ortadan kalkar, algıyı aşan bir tünel oyulur idea dünyasına; sadece gözün duyumsamasına izin vardır, estetiğin doğurduğu romantik ışığın desenlediği bir görüntü belirir karşımızda. Gökler ötesinden gelen, madde denen kirden sonrasızca uzak, her yanı yıldız tozlarıyla pudralanmış, kozmik aydınlığa bürünmüş Tanrıça, ufkumuzda belirir; şefkatli ve fakat ciddi bakışıyla dudaklarına bir gülümseme ekleyerek görkemli ifadesini tamamlar ve kalbimizi, akışkan bir billura dönüştürüp kendine doğru kabartır, yükseltir ve sürükler. Hayranlığımıza bir sınır çekemeyiz artık; ve sonra, bu Tanrıça’nın sahnesinde başrol olmak için soytarılığa başlarız. Gardrobumuzdan; kişiliğimize, en güzel ve değerli tuttuğumuz ve bir kereye mahsus olarak giyeceğimiz davranışları alıp giydiririz; fakat sezsek de ta baştan boşuna debelendiğimizi, O’na varmak için bir umutla devam ettiğimiz yolun sonunda karşılaştığımız; alkıştan ziyade öfkeli, kaprisli, tiksinen ve aşağılayan bir tavır, bir bakıştır. O, bırakın sadaka dahi vermeyi, yüzümüze tükürür ve kapısından kovar bizi, çünkü O’na göre O’nun ayaklarının dibinde dilenmeye gelmişizdir; bir dilenci ne kadar saygı görür ki ? Ardından, tüm yüce bir imge çatırdayıp büyük bir üzüntünün gürültüsüyle parçalanır, her parçadan inleme sesleri gelir, topyekün yaralanmış ve ölecek askerler gibi; ve bu kırıklar ezile ezile kuma dönüşür ve duygumuzu da yutar bu yığın. Rüya ile kâbus yer değiştirmiş ve sonra da kâbus bitmiştir; uyanınca, bakarız gerçeklik aynasına; gördüğümüz: bitkin bir kambur sokak köpeği, bir böcek, bir enayi eşektir. Elde kalan tek yararsa, acıya verilen iyileşme tepkisi gibi kendimize az da olsa kazandıracağımız zoraki saygının filizlenecek olmasıdır. Kendimize yapacağımız en büyük iyilikse, bize bu dramı yaşatan duygumuza küserek onu zihnimizin en uzak köşesine sürgün etmek olur. Gönül yorgunuyuzdur; ve o en iyi, meşguliyetle dinlenir.
Sen, aşık erkek, Eros’un zıpkınını çıkarman gerek, canın acısa da; zira senden başka kimse onu çıkarmayacak; karşılığında özgürlük var, buna değmez mi!
Git Eros; acımasız, sahtekar, yalaka, sarhoş, şımarık Eros; bir daha uğrama yanıma; bak kalbim delik deşik, okunun değmediği yer kalmamış, bakarken hiç mi üzülmüyorsun kanı dinmeyen yaralarıma!